Tayland’ın Aranyaprathet sınır kentinden birkaç kilometre uzaklıkta bulunan sınır kapısını geçerken yaptığımız 100 metrelik yürüyüşün sonunda, Tayland’dan çıkıp Kamboçya’ya giriyoruz.
Birkaç dakika içinde, 30 $ karşılığında 30 günlük vizemizi alıp Siem Reap’e gidecek otobüse binmek için beklemeye başlıyoruz.
Kamboçya’da para birimi dolar. Bildiğimiz ABD Doları. Riel de kullanılıyor ama özellikle büyük yerleşimler ve turistik bölgelerde fiyatlar dolar üzerinden. Ödeme yaparken ve para üstü alırken dolar ve Riel karışık olarak kullanıldığından, 4000 Riel = 1 Dolar denklemi üzerinden sık sık hesap yapmak zorunda kalıyoruz.
Siem Reap’e gitmek için kişi başı 9 $ ödeyerek minibüse biniyoruz. Siem Reap, Kamboçya’nın turizm başkenti çünkü Angkor Tapınakları burada.
Merkezin biraz dışında, 7 $’a iki kişilik bir oda buluyoruz. Kamboçya, gelmeden önce okuduğumuz yazıların yarattığı beklenti kadar ucuz değil. Ya da Dolar’ın TL karşısındaki yükselişi ve yolculuğumuzun birinci yılını tamamlarken bütçemizin tükenişiyle beraber, bizim eşiğimiz oldukça düşük.
Siem Reap’ten Angkor’a gitmek için bisiklet, motosiklet ya da tuk tuk kiralayabilirsiniz. Bisikletle gezmek için uzun mesafe ve sıcaktan dolayı hem dayanıklılık hem de birkaç gün gerekiyor. Biz, 10 $’a bir günlük tuk tuk kiralayıp dolaşıyoruz Angkor’u. Giriş de ayrıca günlük kişi başı 20 $.
Çok geniş bir alanda, ormanla çevrili bir tapınaklar bütünü Angkor. Angkor Wat, Angkor Thom ve Ta Phrom en ünlü tapınaklar arasında. Angkor’la ilgili bilgi her yerde var, adını ilk kez burada duyuyorsanız da, Baraka filmini mutlaka izleyin. Daha vasat bir örnek olarak, Tomb Raider filminde de yer almış. Kamboçya bayrağının üzerindeki resim de Angkor Wat. Bizim için en etkileyici tapınak ise Ta Phrom; doğanın kendini yenileme gücüne bir kez daha tanık ve hayran oluyoruz.
Siem Reap’te bunun dışında yapacak pek bir şey yok, bizim pek ilgilenmediğimiz gece hayatı ve Kamboçya’nın başka yerlerinde de olduğu gibi, çocuk istismarını da içeren seks turizmi dışında… Birçok otelde, çocuk istismarına karşı uyarılar var ancak Tayland’da olduğu gibi burada da bu iğrenç “turizm” biçimi devam ediyor.
Siem Reap’te sadece 2 gün kalıp, üç vasıta değiştirerek 12 saatte ulaştığımız Kratie’ye geçiyoruz. Kratie, ülkenin kuzeyinde Laos sınırına yakın, Mekong Nehri’nin kenarındaki bir yerleşim. Geçerken uğramazsanız buraya gitmek için çok özel bir sebep yok. Nehirdeki yunusları görmek için tekne kiralayabilirsiniz ya da Mekong Nehri’nde kano kullanabilirsiniz (günlük 35$!). Ama biz bunu yapmayıp ulu Mekong nehrinin ortasındaki Kaoh Trong adasını keşfediyoruz.
Kratie iskelesinden, ne zaman kalkacağı belli olmayan küçük bir tekneyle adaya geçip bisikletle dolaşıyoruz. Üzerinde birkaç motosiklet hariç motorlu taşıt olmayan, yanında su baskınlarına karşı direklerin üzerine inşa edilmiş geleneksel evlerin olduğu 9 km uzunluğunda bir toprak yol adayı çevreliyor. İç kısımda kalan tarım arazileri ise yerlilerce ortaklaşa kullanılıyor ve ada sakinleri kendi içlerinde “Kendi Kendine Yeterli Tarım Topluluğu (Self-Sustainable Agricultural Community)” adında bir birlik oluşturmuşlar. Adaya gelen turistler için iki tane ev pansiyona çevrilmiş ve geliri yine topluluğa gidiyor. Adanın güney ucundaki yüzen Vietnam kasabasında, Mekong’un ritmiyle sakince akan bir hayat var.
Mekong nehri gerçekten çok etkileyici. Doğduğu yer olan Tibet’in ruhunu Tayland’a, Laos’a, Kamboçya’ya ve VietNam’a taşıyor gibi. Biz de, Kratie’den başkent Phnom Penh’e doğru kendimizi Mekong’un akışına bırakıp botla gitme hayali kuruyoruz ama bütçemizin zorlasak da bir bot ya da kano satın almaya yetmeyeceğini anladığımızdan yine bir minibüse biniyoruz. Kamboçya’da en pahalı bulduğumuz şeylerden biri yemek, diğeri de ulaşım; otel parasından daha fazla bir paraya, 9 dolara Phnom Penh minibüsüne biniyoruz. Şehirlerarası yolculuklar ya daha rahat ama yavaş otobüslerle ya da sıkışık ama hızlı minibüslerle yapılıyor. Ama her türlü vaktinde hareket etmek, varmak ve konforlu seyahat etmek hayal. O yüzden artık canınız nasıl isterse…
Phnom Penh’e vardığımızda akşam olmuş oluyor ve birkaç saat aradıktan sonra boş odası olan ve ucuz bir konukevi buluyoruz.
Phnom Penh, sadece başkent olduğu için değil, aynı zamanda çok karanlık ve kanlı günlere de tanıklık ettiği için, diğer turistik yerlere göre daha eğlencesiz, hatta belki depresif.
Hiçbir biçimde ifade etmenin ve yaşananlar için mantıklı bir açıklama yapmanın mümkün olmadığı, insanın yaratabileceği dehşetin, 70’li yıllardaki 2 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan Pol Pot rejiminin karanlık anıtları olan S21 Soykırım Müzesi ve Ölüm Tarlaları, tanık olmak istemeden ziyaret ettiğimiz yerler.
Pol Pot yönetimindeki Kızıl Khmerler tarafından hapishane, işkence hane ve kıyım merkezi olarak kullanılan S21, rejim öncesi şehrin içindeki bir okul binasıymış. Müzenin içindeki çocuk fotoğrafları ise maalesef okul döneminden değil, işkence haneden kalma.
Şehrin birkaç kilometre uzağındaki Ölüm Tarlaları da, toplu mezarların ve Pol Pot yönetiminin işlediği sayısız suçun başka bir anıtı. İnsan öldürmek için kullanılan tarım aletleri, çocukların kafalarının vurulduğu ağaç ve insanların çığlıkları duyulmasın diye marşların çalındığı hoparlörlerin asıldığı bir başka ağaç. Giriş kapısından sonra karşımıza çıkan, içinde sadece bu küçük alanda bulunan yüzlerce kafatasının yer aldığı bir anıt.
Ancak Kamboçya’da her şey karanlık bir tarihten ibaret değil elbette. Tam Ölüm Tarlaları’nın karşısında, Aynebilim Aşevi var mesela. Kamboçya’ya yerleşmiş Türkiyeli genç bir kadın tarafından kurulmuş ve sürdürülüyor. Her gün, hemen yakındaki yoksul bir köy için yemek hazırlanıyor, bir yandan da çocukların derslik ve atölye olarak kullanacakları binanın inşası devam ediyor. Bir de, aynı alanda bir kelebek parkı projesi var; Ölüm Tarlaları’nın karşısında Yaşam Tarlaları… Tamamen bağışlarla yürüyen bu projeye destek olmak ve köye yemek ısmarlamak için aynsoupkitchen.com sitesini ziyaret edebilirsiniz.
![Aynebilim Aşevi](https://seedsonwheels.com/wp-content/uploads/2015/07/10.jpg)
Aynebilim Aşevi’nin gülen yüzleri (Fotoğraf: aynsoupkitchen.com)
Phnom Penh’de ziyaret edebileceğiniz bir başka yer de kenti ikiye bölen nehrin kenarında yer alan, çevresiyle beraber Kamboçya’daki en şatafatlı yeri olan Kral’ın Sarayı ama biz ilgilenmiyoruz.
Phnom Penh’den sonra Kamboçya’nın güneyine iniyoruz. Kep, Vietnam sınırı yakınlarında küçük bir sahil yerleşimi. Denize girmek için merkez uygun olmasa da Tavşan Adası’na gidilebilir veya yakındaki milli parkı ziyaret edilebilir. İçindeki yürüyüş rotaları güzel düzenlenmiş ve jungle deneyimi sunan milli park, Kep’e gittiğimize pişman olmamamız için yeterliydi.
Kep’ten sonra otostopla Kamboçya’nın güneybatısındaki Sihanoukville’e geçiyoruz. Tayland kadar olmasa da, Kamboçya’da da otostop çekmek kolay. Ama muson yağmurları döneminde pick-up arkasında gitmek o kadar da konforlu değil.
Sihanoukville, Siem Reap’ten sonra Kamboçya’nın en turistik bölgesi; özellikle deniz tatili arayanlar için. Deniz dışında ilgi çekici bir şey yok, deniz de zaten hemen karşıdaki Koh Rong ve Koh Rong Samloem adalarında daha güzel. Bu yüzden bizim için tek özelliği adalara gitmek için kullanılan limana sahip olması. Sihanoukville’den kalkan teknelerle, sezona göre 5 ya da 10 dolara, adalara gidiş dönüş bileti alınabiliyor.
Sihanoukville’de ve adalarında yaşayanların önemli bir bölümü Türk işletmeciler. Buradaki tek günümüzü iskeleye yakın Refik Abi’nin mekânı Happy Boat’ta doya doya ayran içerek ve Türkçe konuşarak geçiriyoruz.
Koh Rong adası, Samloem’e göre hem daha büyük hem de daha çok tesis olduğu için daha ucuz, ama dolayısıyla daha hareketli. Birkaç gün Koh Rong’ta kalıp, sonra da kamp yapmak için sakin Samloem’e geçeriz diye düşünüyoruz ama Koh Rong’ta “A Village Project”in güzel insanlarıyla tanışınca 15 gün kalıyoruz.
It’s gonna be A Village Project, Türkiye’den gelen birkaç tatlı genç insan tarafından işletilen, içinde birkaç bungalowun da yer aldığı bir parti mekânı. Haftanın üç günü (Pazartesi, Çarşamba ve Cumartesi) ertesi günün sabahına dek süren partilere ev sahipliği yapan mekân, geri kalan günlerde adanın en sakin yerlerinden biri. Uykuya yenik düşüp hiçbir partinin sonunu göremesek de, muson yağmurlarını bahane edip buradan ayrılmıyoruz. Kopamamamızın asıl sebebi, henüz ikinci günümüzde yıllardır arkadaşmışız gibi olduğumuz insanlar. Kamboçya’da, okyanusun ortasındaki bir tropik adadan ziyade, evdeymiş gibi hissediyoruz…
Kamboçya’nın bize ayırdığı 30 günün sonuna yaklaşırken, seyahatimizle ilgili radikal kararlar alıp, son paramızı Endonezya’da harcamak yerine Moğolistan ve Rusya üzerinden dönüş yoluna geçmeye karar veriyoruz. Kuala Lumpur’dan kalkacak olan uçağımız için, Bangkok’a kadar otostop çekip, ardından Tayland’ın müthiş konforlu trenlerinden biriyle Malezya’ya geçiyoruz.
Malezya’da sadece bir haftamız var. Malezya’nın diğer Güney Asya ülkelerine göre pahalı olduğunu bildiğimizden, günlerimizi kamp yaparak geçirmek istiyoruz. Tayland treninin de son durağı olan Butterworth’ün karşı kıyısındaki Penang Adası’ndaki milli parkta kamp yapmanın ücretsiz olduğunu öğrendiğimizde, aynı zamanda tarihi bir yerleşim olan Penang Adası’na gidiyoruz. Pahalı da olsa (en ucuz oda 40 TL civarı) bir gün Georgetown’da konaklayarak, şehrin duvar resimleri ile meşhur sokaklarında geziniyoruz.
Ertesi gün sırt çantalarımızla milli parktaki deniz kaplumbağalarının yumurtlama alanı olan plaja yürürken Sezgin’in ayağı sakatlanıyor. Karadan yürüyüş yolu dışında ulaşım olmadığı için, mecburen ertesi günkü botlar gelene kadar hastahaneye gitme şansımız yok. Neşemizi bozmadan günbatımı ve ardından gelen müthiş dolunay altında bir gece kamp yapıyoruz.
Ardından ilk botla şehre dönerek Türkiye’de tanıştığımız Malezyalı dostumuz Adida’nın evine, Kuala Lumpur’a geçiyoruz. Kendisi şu sıralar Avrupa’da seyahat ettiğinden evde olmamasına rağmen odasını bize veriyor. Sezgin’in ayağını iyileştirmek için iki gün evden çıkamadığımızdan Kuala Lumpur’da pek bir şey göremiyoruz maalesef.Sadece gökdelenlerin ve alışveriş merkezlerinin arasında geleneksel yaşamın sürdüğünü gözlemliyoruz. Bir de Kuala Lumpur sanki İstanbul’un gelecekteki hali gibi, Malezya Türkiye’ye gerçekten çok benziyor.
Son günümzde Tayland’da kaybettiğimiz fotoğraf makinemizin yerine hızlıca yenisini alıyoruz ve Adida’nın ev arkadaşı bizi Seoul uçağımızın kalkacağı havalimanına kadar bırakıyor.
Sibirya’ya geçmeden önce Seoul’de iki günümüz var. Ve Couchsurfing sayesinde, ilk kez gittiğimiz ülkelerde bile bir sürü güzel dostumuz…