Yolculuğumuzun Asya ayağında ziyaret ettiğimiz ilk vahşi yaşam koruma alanındayız. İsmi Mudumalai Tiger Reserve (Kaplan Rezervi). Ooty-Mysore yolu üzerinde yer alan bu koruma alanı, içinden işlek denebilecek bir karayolu geçen, çitle çevrilmemiş, içinde vahşi fillerin, ceylanların, maymunların, kaplanların ve günümüz şartlarına göre ilkel denebilecek ama bize sadece geleneksel yaşayan köylüler gibi gelen, koruma altındaki bazı kabilelerin doğal yaşam alanı.
Çok küçük bir alanda da olsa inşa edilen resepsiyon, bilgi merkezi, birkaç pansiyon ile birlikte turizme açılmış. Bu binaların yakın çevresi dışında yaya olarak dolaşmak kesinlikle yasak, kendi aracınızla da. Bu yasağı hem vahşi hayvanlara yem olmamamız, hem ormanda kaybolmamamız için koymuşlar. Park yönetim binalarının hemen yakınındaki kabile yerleşimine ve insanlara da yaklaşmamız yasak, çünkü onların ilkel yaşantılarının, modern şehirliler, hele ki batılı turistler yüzünden bozulmasını istemiyorlar; yani burada “vahşi” insanlar da koruma altında. Sonuçta sadece günde birkaç kez, kamuflaj desenli minibüslerle yapılan, belirli bir araç yolunda ilerleyen “Vahşi Yaşam Turu” ile biz modern insanlara vahşi yaşamı gözlemleme fırsatı tanınıyor.
Çaresizlikten ve aymazlıktan turlardan birine biz de katılıyoruz. Oldukça gürültülü bir motorla çalışan bu minibüslerin sesini duyan canlılar ürktüklerinden, tur sırasında vahşi yaşamı gözlemlemek şöyle dursun, verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü kendimizden utandığımız ve türümüzü bir kez daha sorguladığımız bir “aktivite” oluyor bizim için.
Geçen arabalara rağmen burası o kadar sakin ve çekici ki, bir gece de olsa kalıp, gerçekten vahşi yaşamı gözlemleyebilmenin hayalini kuruyoruz. Şans eseri pansiyonlardan birinde bir oda bulup yerleştikten sonra, yürüyüş yapmak için dışarı çıktığımızda, pansiyonumuz hemen yanında uzanan nehrin karşı kıyısında, sakince gezinen bir ceylan sürüsü, kocaman bir tavuskuşu ve yaban domuzunu yemek aramaya çıkmışken görüyoruz. Vahşi yaşama işte bu kadar yakınız. Fotoğraf makinemizi kaptığımız gibi sakince karşı kıyıya geçip, ceylan sürüsünü gözlemleye ve fotoğraflamaya başlıyoruz. Ürküp kaçmıyorlar ama aramızdaki mesafeyi azaltmamıza da hiç izin vermiyorlar. Uzak çekim yapamayan dandik lensimizle, ormanda müthiş bir şekilde kamufle olan ceylanları boş çabalarla fotoğraflarken, resmi üniformalı bir görevli karşı kıyıdan geri dönmemiz için bize sesleniyor. Dediğimiz gibi; çünkü yaya dolaşmak yasak!
Boynumuz bükük ama yine de keyifle bize izin verilen alana, pansiyonumuz bahçesine geri dönüp, uzaktan onları izlemeye devam ediyoruz. Verandada otururken gördüğümüz sahnede, daldan dala atlayarak birbiriyle şakalaşan hep muzurluk peşindeki maymunlar, ailece yemek arayışında ceylanlar, isimlerini bilmediğimiz hatta daha önce görmediğimiz birçok kuş, bizim yalnız domuz ve tavus kuşumuz aynı karede. Onların arasına katılmak, arkadaşları olmak, vahşide yaşamak arzusu yine dolup taşırıyor gönlümüzü.
Sezgin biraz deneme yapmak için ağaçların tepelerine doğru tırmanıyor. Başarılı oluyor ama yemek bulabilecek mi, yemek mi olacak belli değil. Vahşi yaşama katılma dürtümüz, deneyimsizliğimizin getirdiği cesaretsizliğimizle sönüyor.
İki gün de olsa vahşiye bu kadar yakın olmanın verdiği mutluluk, tekrar şehre gitmenin verdiği endişe ile karışık Mysore’a gidiyoruz. Mysore’a vardığımız anda kesinlikle burada kalmak istemediğimizi anlayıp, ilk trenle soluğu Gokarna’da alıyoruz. 16 saat süren tren yolculuğumuz ardından vardığımız Gokarna’ya aslında 5 plajından en bakir olanı Paradise Beach’e ulaşmak gayesiyle geldiysek de, şehir merkezinden sonraki ilk plaj olan Kudle Beach’e vardığımızda, plajın enerjisi bizi içine öyle alıyor ki, bir-iki gün için uğramış olsak da 10 gün ayrılamıyoruz.