Uzun zamandır cesaretimi toplayıp yazmaya başlamak istiyorum. Hem yazı yazma alışkanlığımın olmaması, hem de anı veya hikaye anlatmak yerine doğal yaşamla ilgili edindiğimiz daha teknik bilgileri yazmak istediğim için becerememe korkusuyla çekindim ve bir türlü başlayamadım. Ama benim için yolculuğumuzun anlatmak istediğim en önemli kısımları işte bu değerli bilgiler. Umarım şeytanın bacağını kırıyorumdur şuan. Zira anlatmak istediğim ve biriktirdiğim çok şey var.
İlk çiftlik deneyimimizden başlamak istiyorum: Bayramiç Yeniköy. Sezgin daha önce buradaki yaşamdan biraz bahsetmişti (Yolda Durmak). O yüzden ben sadece doğal yaşama dair dikkatimi çeken bazı hususlara değineceğim.
Yeniköy’de ekolojik yöntemlerle, yani suni gübre ve kimyasal ilaç kullanmadan üretim yapılıyor. Özellikle yok olma tehlikesi altındaki birçok buğday çeşidi ekiliyor, değirmenlerde öğütülüp harika ekmekler yapılıyor. Burasının bizim için en önemli özelliği de yerelde üretilmeyen veya dağdan toplanmayan hiçbir şeyin tüketilmemesi konusundaki sağlam duruşuydu. Bizim bulunduğumuz dönemde bahçede sadece bakla, bezelye, soğan ve çok çeşitli otlarımız vardı. İlk günler alışık olmadığımız için ne yemek yapacağımızı şaşırıyorduk. Ama bir süre sonra elimizdekilerle yetinmeye çalışmak, içimizdeki yaratıcılığı ortaya çıkardı. Evet, her gün bakla yiyorduk, ama bir sürü farklı şekilde. Daha önce hiç tatmadığımız birbirinden güzel ve farklı lezzetler ortaya çıkıyordu (Mizuna-Japon Yeşilliği ile dolma sarmak). Ve tabi her şey doğaldı ve dolayısıyla çok lezzetliydi. Başlarda bu lezzetler karşısında kendimizi tutamayıp çok yiyorduk, hatta kilo bile aldık. Fakat bir süre sonra gözümüz doyduğundan mı, yoksa her şeyin çok besleyici olmasından mı nedir, daha az tüketir olduk, tıpkı olması gerektiği gibi.
Burada pek fazla Permakültür uygulamasına rastlayamadık. Mutfak gideri için meşe kabukları ve çakıl taşları ile hazırlanmış bir gri su sistemi (atık suların toprağa karışmadan önce temizlenmesini sağlayan bir sistem- ilerleyen zamanlarda detaylı olarak anlayacağım-) kurulmuş, malç yapılmaya (toprağın, su kaybetmemesi ve sıcaklığını korumak için üzerini ölü organik madde ile örtülmesi) özen gösteriliyor ve çatılardan yağmur suyu toplanıyor. Doğaya zehirli atık karıştırmamak için bir çaba var. Sadece doğal arap sabunu ve zeytinyağı sabunları kullanılıyor. Çamaşırlarımızı da kolayca hazırladığımız bir karışımla yıkıyoruz (Reçete için Zehirsiz Ev’e bakabilirsiniz.). Marketten alışveriş yapmadığımız için de çok fazla doğada kolay çözünmeyen çöp üretmiyoruz.
Buraya gelmeden önce çiftlikle ilgili bazı olumsuz eleştiriler duymuştum. Özellikle köylülerin çalıştırılması ile ilgili. Bu eleştirileri şimdi yersiz buluyorum. Çünkü öncelikle Mustafa’nın tek başına çiftliğe yetişmesi mümkün değil ve köylülerle dayanışma içinde olması çok olumlu bir durum. Hatta Mustafa şimdiye kadar gördüğüm köye en adapte olmuş, en sıcak ilişkileri kurmayı başarmış kişi. Kaldı ki köylülerin köle gibi kullanılması gibi bir durum zaten yok, olamaz da. Buna karşılıklı dayanışma veya alış-veriş olarak bakılabilir. Genelde fide ekim işlerini arazinin eski sahibi Elveda Abla yapıyor. Ondan öğrenilecek o kadar şey var ki, her gün gibi uğraması bizi çok mutlu ediyordu. Gönüllü olduğumuz süre boyunca fide ekimi gibi işleri bizim yapmamamız biraz beni üzse de, Mustafa’nın bu işleri Elveda’nın güvenilir ellerine bırakmasına şaşırmıyoruz.
Son günlerimize yaklaşırken şans eseri sevgili Mine Yapar’ın verdiği Doğal Boyalarla Tekstil ve Sezgisel Resim Atölyesi’ne denk geldik (Diğer atölyeleri takip etmek için: Yeryüzü Renkleri). Doğadan boya maddesi elde etmekle ilgili birçok önemli bilgi edinme fırsatımız oldu. Meşe kobağından koyu sarı, sarı kantarondan yeşil, papatyadan sarı, kök boya bitkisinden pembe ve kırmızı, çivit otundan mavi… Benim gibi kıyafetlerinin rengini değiştirmekten keyif alan, ama her seferinde suya karışarak doğaya zarar verdiğini bile bile kimyasal boya kullanan birisi için bu doğal çözümlerle tanışmak harika oldu. Atölyemizin gizli kahramanlarından biri de Elveda Abla’ydı. Bütün bu yöntemleri zaten bilen, çocukluğundan beri dokuduğu her kilime, ördüğü her patiğe renk veren bu bitkileri en iyi tanıyan oydu. Nasıl oldu da bu bilgileri artık hiç kullanmıyoruz, sorgulamadan edemiyorum.
Doğadan koptukça bütün bu bilgileri unuttuk. Dakikada seksen fare darbesiyle, çılgınlar gibi AutoCad çizimi yapabiliyorum, ama tüketim alışkanlıklarımızın sebep olduğu iklim değişikliğine karşı çaresizim. Şimdi gezerek, öğrenerek, paylaşarak çaresizliğimizi yenmeye çalışıyoruz. Yeniköy’ün de buna unutulmaz katkıları oldu ve eminim ki daha da olacak.
Gönüllü olarak burada çalışmak isteyenler için TaTuTa’yı bir kez daha hatırlatalım.
sadece gerekli olana gitmek.